Conan the Barbarian (1982) – Crom bana intikam bağışla, bağışlamazsan da canın cehenneme!

movie-poster-conan-the-barbarianConan the Barbarian, 1982 yapımı John Milius filmidir. Film, Conan’ın küçüklüğünden başlayarak 20 li yaşlarının sonlarına kadar olan bölümü gözler önüne serer.

Conan henüz küçük bir çocukken köylerine çift yılan başı işareti taşıyan bir grup asker saldırır. Saldırı sırasında babasını, annesini ve halkını yitirir. Öksüz kalan Conan vakit kaybedilmeden köleleştirilir. Yıllarca bedensel kuvvet gerektiren bir işte çalıştırılır. Sonrasında bir gün güçlü yapısı ile keşfedilip başka bir hayata yelken açar. (meşhur olur)

Kısaca filmin Conan ile Thulsa Doom arasında geçen intikam savaşını olduğunu görüyoruz. Zaten bir Conan filminden de fazla bir şey beklemek mantıksız olacaktır diye düşünüyorum. Adamın çoluk çocuğa karışacak hali yok ya :)

Fakat tüm bu bilindik hikayeye rağmen filmin oldukça başarılı olduğunu düşünüyorum. Özellikle film müzikleri mükemmel olmuş. Gerek filmin en başındaki kılıç dökme sahnesi gerekse özel efektler bakımından yeterli olmayı başarıyor. Yılına göre değerlendirecek olursak görsel efektleri yabana atmamak lazım.

Conan benim gözümde Schwarzenegger ile bütünleşmiş bir karakterdir. Filmin daha önce izlememiş olmama karşın birisi bana Conan’ı göster dese elimle Kaliforniya Valisini işaret ederdim :) . Thulsa Doom (James Earl Jones) filme epeyce renk kattığını düşünüyorum. Bunun dışında Bergman filmlerinden alışık olduğumuz Max von Sydow’u da bu filmde izleyebiliyoruz.

conan-barabarian-1-set-2

Conan the Barbarian kendisinden sonra çıkmış olan pek çok filme esin kaynağı olmuştur diye düşünüyorum. Filmde saçmalıklar da yok değil tabi. Bunların en göze batanları; iskeleti kalmış atların canlı atlar gibi dik durabilmesi, ilk sahnede o kadar uzaktan sallanan kılıcın Conan’ın annesine zarar verebilmesi ve Conan’ın cinsel bağlamda Cengiz Han’dan aşağı kalmadığıdır.

subotai

Ayrıca seyahat ederken neden koşuyorlar anlayabilmiş değilim. Yürüyerek gitseler gidecekleri yer kaçacak sanki. Schwarzenegger’in kararsız kalmış bakışlarını da film içerisinde görmek mümkün, yönetmenim şimdi ne yapayım der gibi bakınıyor ara ara :)

Bunlara rağmen izlemesi eğlenceli bir film. Özellikle müzikleri çok iyi. Eskilere dönmek isteyen herkese tavsiye olunur. Yenisini çekseler de izlesek.

Blade Runner (1982) – Android’leri insandan ayıran nedir?

blade_runner

Üçüncü Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın gün geçtikçe eskidiği bir gelecekte, diğer gezegenlerde kolonileşmede kullanılan nerdeyse tamamen insanımsı androidler Dünya’ya kaçak olarak geri dönmekte ve insanların yerini almaktadır. Burada da polis adına çalıştırılan düşük maaşlı ikramiye avcıları (Blade Runner’lar) androidleri emekli etmek için kullanılmaktadır. İnsansı oldukları ve onlarla içsel bir bağlantı kurulmaması için de öldürmek yerine emekli etmek deyimi kullanılmaktadır.

Blade Runner, birçok ünlü bilimkurgu kitabının yazarı Philip K. Dick tarafından 1968′de yazılmış “Bıçak Sırtı – Android’ler elektrikli koyun düşler mi?” adlı kitabın oldukça gevşekçe sinemaya uyarlanmış hali. Şimdiden söylemem gerek daha önce izlemiş olduğum Blade Runner’ı sonunda kitabın bir kopyasını bulup okuyabilmemin şerefine bir kez daha izlemeye karar verdim. Filme yapacağım eleştiriler kitap ile bağlantılı olabilir, uyarayım. Zaten bir kitap uyarlaması olan filmlerin çok da kitaptan bağımsız değerlendirilmesi taraftarı değilim. Hele de kitabın yazarı sevdiğim bir yazar olunca. İşte Philip K. Dick de o yazarların başında gelenlerden.

Açıkcası Blade Runner’ın ilk eksikliği kanımca Vangelis tarafından gerçekleştirilmiş müzikleri, Vangelis’i Chariots of Fire’ı ile bilirim ve bana bu kadarı yeterli gelir. New age türü zaten sakinleştirici ve durağan bir müzik türüdür, Blade Runner’ın da sakin sahnelerine uygun olduğu söylenebilir belki fakat yarattığı tek etki sahnelerin uzun anlamsızlıklarını pekiştirmekten öteye gidemiyor.

Filmin görselliği ise sanırım en öte noktası, o kadar güzel betimlenmiş ki geleceğin dünyası, sonraki bilimkurgu filmler için referansın ötesinde tam bir başlangıç elkitabı gibi. Paslı ve tozun altında kalan dünya gerçekten çok başarılı verilmiş. Tek anlamsızlık tozu görünür kılabilmek için her bina içi sahnede dışarıdan rastgele aralıklarla eve giren ışık hüzmeleri. Oldukça anlamsız olduklarını söylemeye gerek yok sanırım. Ayrıca ABD’nin gözünde gelecek Japonya ile sembolize edildiği için filmde yüzlerce Japon figüran kullanılmış. Abuk bir tercih kanımca, kitabın mantığında düşünürseniz bu durum tüm Japonların ya hastalıklı ya da tavukkafalı olduğunu belirtmiş oluyor. Şansa ki bu bilgiler filmde iletilmiyor.

blade-runner

Tyrell Şirketi

Senaryo literatürden uzak birine hitap edebilir belki fakat Philip K. Dick’in eserinin budanması tüm heyecanı ve sürükleyiciliğinin yokedilmesi olarak görebiliyorum ancak. Romanda her Philip K. Dick romanında olduğu gibi gerçeklik konusunda şüpheye düşmeler bolken, gerçekliği sorgular buluyorken kendimizi bu sahnelerin filmde basitçe harcandığını görüyoruz. Öyle bir uyarlanmış ki kitap, filmin kitaba bağlı olduğunu Philip K. Dick’i özümsediğini söylemek pek kolay değil.

Öncelikle şunun söylenmesi gerek Rick Deckard emekli ve efsanevi bir ikramiye avcısı değildir, aktif çalışmayan kendini kanıtlayamamış ve Dave Holden’ın gölgesinde kalmış bir ikramiye avcısıdır. Dave Holden polisin gözdesiyken, istemsizce bu iş Deckard’a kalmıştır. Deckard hem kendi idolü Holden’ı bu kadar hırpalamalarından hem de kendine güvensizliğinden Nexus 6′lara, yeni seri androidlere, karşı 1-0 geride başlamıştır savaşa. Ama Hollywood illa ki elini atacak ve kahramanı kahraman yapacak, filmde Deckard şüphelere sahip olsa da bunlar onu en iyi ikramiye avcısı yapmaktan alıkoymamaktadır. En basitinden diğer bir heba edilmiş sahne Rachael’ın ilk kez Voight Kampff testine sokulduğu andır. Bu sahnede seyirci ne baykuşun orda bulunma sebebine ne de Eldon Tyrell’in sinsi planlarına dahil ediliyor. Bence bu sahneler yüzünden filmde Philip K. Dick’in etkisi oldukça azaltılmış durumda.

blade-runner-2

Altı, beş, dört!

Hele bir de androidlerin Dünya’ya hayatlarını uzatmak ve yaratıcılarını öldürmek için gelmiş olmaları fikri tam bir zıtlık, androidlerin dünyaya aslen gelme sebepleri insan olabilmek ve kölelikten kaçmaktır. Hatta kitapta bir android ne kadar göz önünde bulunursa bulunsun opera sanatçısı olma isteğinden vazgeçmemiştir. Tek amaçları yaşıyor hissetmektir kendinlerini, insan hissetmektir. Fakat film androidleri, ölüm korkusuna sıkıştırıyor sadece, oysa ki görünenin ardında androidlerde çok daha fazlası var.

Sanırım en iyi dönüşüm Isidore karakterinin J.F. Sebastian’a dönüştürülmesinde, J.F. Sebastian’ın Dünya’da kalma sebebi ve androidlere neden yakın olduğu mantıklı şekilde kotarılabilmiş.

Kitap ile kafa kafaya bir yazı olacağını başta da belirtmiştim. Kitabının sürükleyiciliğini ve sorgulayıcılığını kenara bırakıp onun yerine boşluklar koyarak harcadığı vakitlerin ardından zamanı sıkışmış gibi koşarak biten Blade Runner, kitabın şanına yaraşır cinsten değil. Gene de 1982′de kitabın görsel yapısına sadık kaldığı ve hikaye anlatımını bir miktarda kotardığı için izlenebilir bir film. Fakat benden alabileceğiniz tek cevap kitabını okumanız olacaktır, bunu da söylemeden bitirmeyim.

Dipnot: Elektrikli hayvan ve Mercerizm gibi konuların filmde incelenmemesini mantıklı bulsam da, kitabı zenginleştiren bu unsurların filmde olmamasına üzülmüyor da değilim.

Cruel Intentions (1999) – Gençlik filminde feodal ihtiraslar estetiği

cruel_intentions_ver1

Cruel Intentions, 80′lerde pembe dizi tadında gazete yanında verilen erotik pembe dizi romanları ve İngiltere’nin feodal derebeylerinin asil ailelerindeki ihtiras zincirlemelerini temel alan bir klişeler silsilesi. Bu iki özelliği bir de gençlik filmi potasında erittiklerinde de tüm bu saçmalıkları yüz kez ısıtmışlar gibi sunmadan pazarlamanın bir yolu da bulunmuş oluyor.

Kathryn ile üvey kardeşi Sebastian hayatlarını uçlarda yaşayan zengin bir ailenin iki çocuğudur. Ailelerinden uzak olan ikili aralarında bir iddiaya girerler. İddiayı eğer Kathryn kazanırsa Sebastian’ın güzeller güzeli klasik arabasına sahip olacak, eğer Sebastian kazanırsa ise içten içe arzuladığı Kathryn ile birlikte olma şansı olacaktır. İddianın odağında ise kendini evleneceği erkeğe saklayan ve muhitlerine yeni taşımak gafletinde bulunmuş Annette vardır. İddia ise Sebastian’ın Annette’yi yatağa atıp atamayacağıdır.

Filmimiz daha özetinden sonunun sinyallerini vermiyor değil. Sebastian çok fazla kadınla birlikte olan bir playboy’dur. Onun için kadınların değeri onlara ne kadar acı çektirebildiği ile orantılıdır. Zaten aynı psikolojik sakatlığa sahip üvey kardeşi ile birlikte ikisi ihtiraslarını hayatlarının amaçları haline getirmişlerdir. Ta ki çetin cevize çatana dek… Sebastian’ın Annette’ye aşık olacağını tahmin etmemek oldukça zor. Çünkü Sebastian ve Kathryn gibi iki uç kötücüllükte karakterin bir filme çok geldiği bariz ortada. Film de isteneni yapıp birini insancıllaştırırken diğerini daha da uca taşıyor. Ne de olsa ihtiraslarda bahsediyoruz, seyirci de kendini kaptırıp düzelene acımayla, gittikçe kötüleşene ise nefretle doluyor. cruelintentions1999hdripxvid-tlf-cd203064223-26-38

Böylece seyirci rolünü kabul ederek filme yorum getirmeksizin onayladığı yolda sonu buluyor. Tabi biz bu ikilinin neden böyle kötücül olduklarına dair düşünmeye pek de sevk edilmiyoruz. Düşünürsek ailelerinin ilgisizliği ve paranın her şeyi yapma gücünü serbest bırakmasının kontrol edilememesi ikisini bu duruma getirmiş olarak kabullenebiliriz. Sebastian’ın da Kathryn’e karşı hissettiği gizli duygulardan ötürü onun yolunu kendisi de kabul ederek bu hale geldiğini düşünmek mümkün. Ama tabi ki film, sorgulama yapmaktansa hayatımızda olmayan ihtirasları gözümüzün önüne sererek aşk ve seksin dayanılmaz izlenebilirliği ile seyircisini tavlıyor.

Film sonunda edindiğimiz fikirler de, “kötü eninde sonunda cezasını bulur”, “gerçek aşk diye bir şey vardır” ve “insanlar değişebilir” oluyor. Fakat duruma ve anlattığı senaryosunun doğasına getiremediği açıklamalar, yazımın da ilk cümlesinde belirttiğim gibi filmin, erotik pembe dizi romanlarından ayırt edilebilirliğini kaybetmesine sebep oluyor.

cruelintentions1999hdripxvid-tlf-cd201532823-26-04

Filmin senaryosundaki istismar edilebilir unsurlara bel bağlaması elbette hızlı bir kurguyu da yanında getiriyor. Güzel bir kurguyla kotarılmış film, her seyirciye hitap etme amacına hizmet ediyor. Zaten daha sofistike bir şey olsaydı da absürd kaçması kaçınılmaz olurdu. Ayrıca filmin müziklerine değinmeden de olmaz. Zamanının tüm hit’lerini tek bir albüm de toplamışlar. Film Placebo’dan Every Me Every You ile açılıyor, ortalarda bir yerde Fatboy Slim’den Praise You duyuluyor. Filmin bitişine yakınlaşınca ise The Verve’ün Bittersweet Symphony’sini duyuyoruz. Aradan on yıl geçince bir nostalji aşısı gibi geldi film bu açıdan, o yılların ruh haline dönmek için güzel bir imkan. Yıllarca da o dönemi içinde barındıracağı için doğru bir tercih olduğunu söylemek mümkün.

Filmde en beğendiğim oyunculuğun da Selma Blair’a ait olduğunu belirtmek isterim, film çekildiğinde 27 yaşında olan birinin 16-18 yaşları arasında bir kızı bu kadar becerikli canlandırması oldukça zor. Filmi pembe dizi seven desem hakaret olarak alınabilir onun yerine 17. yüzyıl İngiliz asilleri entrikaları filmlerini sevenlere tavsiye ederim. Bir de 90′lara özleminiz varsa iyi gelebilir, ama beklentiniz pembe dizi entrikaları ile donatılmış bir gençlik filminden öteye geçmesin. İyi seyirler…

Revolutionary Road (2008) – Evlilik denen garip şey

revolutionaryroad1_large

Revolutionary Road, senaryosundan çok Titanic’ten yıllar sonra Kate Winslet(April Wheeler) ve Leonardo DiCaprio(Frank Wheeler)’yu bir araya getirilmesi ile gündemde kaldı. Bir dönem filmi olan Revolutionary Road, 1950′lerde işinden sıkkın bir koca ile hayatından sıkkın bir karının hayatlarını değiştirmeye yönelik adım atmaları üzerine kurulu. Tabi öncelikle filmin neden 1950′i set olarak seçtiğini sormak lazım, beni en çok sıkan şeylerden biri dönem filmi olmasına rağmen dönemle zerre alakası olmayan filmler. Sanırım bu yıllarda geçen filmlerin oldukça hayranı var yoksa prodüksiyon maliyetlerini arttıran bir tercih 1950′e set kurmak. Yoksa 50′lerde geçmesinin gözle görülür hiçbir faydası olmayan daha çok duygular üzerine kurulu bu filmi çekmenin mantığını bulamıyorum. Buradan ilk eksimi vererek yazıma devam edeyim.

Film erkek hegemonyasındaki aile ilişkileri ile kapitalizme hayat geçindirmeye belini bağlamış insanların hayatlarındaki mutlulukları sorguluyor. Hani farklı olanın kıskanıldığı, herkesin kendi gibi mutsuz ve çaresiz olmasının istendiği bir ortam var. Bunu farkeden April, Frank’in yıllar önce söylediği bir lafı hatırlıyor ve Fransa’ya giderlerse hayatlarının değişeceğini düşünüyor. Bunu Frank’le paylaştığında da olumlu bir yanıt alıyor ama ardından gelişenler iletişimsizlik ve düzene ya da kapitalizme olan bağlılığımızı sorgulamak yolunda ilerliyor.

revolutionaryroad1

Konunun çok da incelenmemiş yeni bir konu olduğunu söylemek mümkün değil, fakat bir kaç başarılı nokta var bunlara değinmek gerek. Öncelikle filmin tarzı oldukça feminist. Film boyunca iki sevişme sahnesi izliyoruz April’in içinde bulunduğu, ikisini de birkaç dakika bile almıyor ve sonucunda April tatminsiz olarak kalıyor. Bu kadar gerçekçi mutsuz sevişmeleri ya da evliliğin baskın öğesi olarak erkeğin kadına ve sekse bakış açısını güzel özetler nitelikte. Başka bir filmde bu kadar gerçekçileştirilmiş durumu açıklayan sevişme sahnesine rastlamamıştım oldukça sert ve eleştirel buldum.

Wheeler’ların dıştan mükemmel içten parçalanmış yapısı güzel anlatılmış, Fransa fikri doğduktan sonra insanların Wheeler’ları kıskançlıkla dolu kendi umutsuzluklarına çekme çabası da gerçekten başarılı. Michael Shannon’ın canlandırdığı psikolojik sorunları olan John Givings karakteri çok dolu ve hoş fakat bir yerden sonra senaristin filmde rol alıp hikayeyi yönlendirme çabasına dönüşüyor. Frank’le tartıştığı sahne açıklama amacı güder gibi.

revolutionary-road_l

Ayrıca film Kate Winslet’e Altın Küre ödüllerinde En İyi Kadın Oyuncu ödülünü getirdi. Fakat Kate Winslet’i sevmeme rağmen Little Children’daki karakterine hiç uzak değil. Artık kendisini bu rollere çok hapsettiği düşüncesindeyim. Kendisini gerçekçi ve sert oyunculuğundan asla şirin rollerde gözünün olmamasından dolayı severim hatta Altın Küre ödüllerinden sonra çok sevinmiştim iki heykelciği de aldığına fakat bu filmden sonra eskileri sorgulamaya giriştim. Geriye gittikçe Kate Winslet’in hep benzer rolleri artık canımı sıkmaya başladı, öyle ki Revolutionary Road’a gelene kadar The Holiday’de, Little Children’da, Finding Neverland’de, Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da ve hatta Titanic’te bile aldatan sorunlu bir kadını oynadı. Her filminde bir aşk üçgenine girmesi ya da psikolojik sorunlar seviyesinde kendine güvensizliğe sahip olması bir anda kafama dank etti. Umarım Kate Winslet’e olan saygımı bunlara benzer bir film daha izleyerek daha da kaybetmem.

Filme dönersek, bence Kate ve Leonardo ikilisini Titanic’ten beri özleyen ve o zamandan beri de bağımsız sinemaya hafif merak salmış kitlelere hitap eden bir film. Özgün konusu olmadığı gibi neden 1950′lerde geçtiğinin de anlaşılmaması cabası. İlişkiler üzerine filmlere bir bağımlılığınız varsa kaçırmayın yoksa çok da kayda değer bir film değil…

Cloverfield (2008) – Koş canavar koş, kaç insancık kaç

Cloverfield, 2008 yapımı bir Matt Reeves filmidir. Evet yine bir felaket filminde daha beraberiz bunu baştan söyleyeyim. Konu olarak özgün olduğu söylenemez ama hikayeyi anlatma teknikleri bakımından değişik bulduğumu söyleyebilirim.

Aslında en çok bu filmi izlerken fps (bir tür bilgisayar oyunu çeşidi, karakterimizin gözlerinden görüyoruz dünyayı) oyunu oynuyormuş gibi hissettim kendimi. Özellikle filmin derinden gelen yankıları, patlamaları ve bunu gibi efektleri atmosferi bize iyi vermiş.
Şimdi şöyle yüzeysel olarak bir bakacak olursak eğer, daha önce incelediğimiz rec filmi gibi düşünebiliriz bu filmi. Yine sabit bir kameradan izlemenin gerilimini yaşatma çabası var fakat bu sadece çabada kalıyor gibi geldi bana. Görsel efektler bağlamında oldukça doyurucu kareler görüyoruz, insanlar bir oradan bir buraya koşturuyor, çatışmalar çarpışmalar sizi oradaymış gibi hissettiriyor. Tüm bunlar bizi filmin içine çekiyor.

Açılış sahnesini takiben sakin başlayan tempo gittikçe hızlanıyor, 11 Eylül saldırılarında kayıt edilen görüntülere benzer özellikte kareler görmemiz pek mümkün.

Senaryo ile ilgili çok söyleyebileceğim bir şey göremiyorum. Diyaloglar ve karakterler arası iletişimler biraz saçma geldi bana, bunlara ufak notlar bölümünde değineceğim. Biraz şu ucuz felaket filmleri havası esmesine neden olabilecek mantıksızlıklar var.

Görsel anlamda biraz hareketlilik istiyorsanız filmi tavsiye edebilirim. Özellikle sesleri çok beğendiğim vurgulamak istiyorum, uzun zamandan beri film atmosferini böyle güzel yansıtan bir yapımla karşılaşmamıştım.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-Şimdi öncelikle bana saçma gelen şu, Hud (T.J. Miller) un amacı ne, yani o kadar yaratık falan ortalıkta son sürat koştururken adam hala kayıt almaya çalışıyor. Zaten bu davranışının bedelini filmin sonunda ödedi :)

-Küçük bir grubu izliyoruz, telefonla görev gelir gibi bir anda Beth McIntyre (Odette Yustman) ı kurtarma operasyonu başlıyor. Kendisinin yıkılan duvarın altında kaldığını ve kan kaybettiğini öğreniyoruz. Yanına vardıklarında ise göğsünü delip geçen bir st37 inşaat demiri görüyoruz. Nereden nereye işte, o haline rağmen gayet zinde bir şekilde yaşam mücadelesine devam ediyor. Kaldırılırken biraz acı hissetmesi normal tabi.

-Ben bu filmi izleyene kadar video kameraların kırılgan nesneler olduğunu düşünürdüm. Filmdeki kamera her olayı atlattı. Markası neyse öğrenmek istiyorum : )

Kaseti bitirelim bari boşa gitmesin

Kaseti bitirelim bari boşa gitmesin

-Metroya girmeye karar verdikleri sahnede olay mahalline bir anda intikal eden askeri birliği tuttum. Sırf bu sahne için bu filmin izlenebileceği düşüncesine sokmuştur beni. Uçuşan füzeler, tank mermileri ve piyade ateşi oldukça etkileyiciydi. Adamlar yapmış.

-Bu yaratık, artık adı her ne ise, nasıl oluyor da devamlı bizimkileri buluyor anlayamadım. Yani adamlar nereye gitse iki dakika sonra vatandaş görülüyor. Koca şehirde bu kadar tesadüf anca filmde görülür :)

- Son olarak bir başkasını kurtarmak için iki kişiyi kaybetmeleri ve durum karşısında pek de etkilenmemeleri olmamış. Oyuncuların duyguları biraz yabani geldi. Özellikle Marlena (Lizzy Caplan) ı çok fena harcadılar, halbuki o en mantıklı karakterdi.

The Happening (2008) – Burası esiyor mu ne?


The Happening, 2008 yapımı bir M. Night Shyamalan filmidir. Filmimizin senaryosu yine kendisi tarafından ortaya çıkarılmıştır. Yine daha önceki filmlerinde gördüğümüz bir takım ekip üyelerini bu yapımda da görmekteyiz. Özellikle müzikler konusundaki vazgeçilmez tercihi olan James Newton Howard’ın tarzı bizlere film süresince eşlik etmektedir.

Daha önceki filmlerinden yola çıkarak düşünmeye başlarsak eğer az çok nasıl bir film ile karşılaşmamız gerektiğinin gayet ortada olduğunu düşünüyorum. Aksinin düşünen var mı bilmiyorum ama hep aynı tarz eserler ile karşı karşıyayız ne yazık ki. Ben bu tarz filmleri kendi adıma heyecan ile karşılayarak izliyorum fakat, her yeni yapımın bir öncekinden farklılıkları olmasını da beklemiyor değilim. Bunu anlatarak varmak istediğim nokta (benim haddime değil ama :) ) artık biraz değiştirelim şu Shyamalan filmlerini demek oluyor. Hep aynı şekilde işlenen konular ve olaylar artık kabak tadı vermeye başladı birisi kendisine iletsin.

Oyuncular konusunda bir şeyler söylemem gerekirse, son dönemlerde The Departed, Shooter ve Max Payne gibi daha çok aksiyon içerikli yapımlarda rol alan Mark Wahlberg’in bu filme pek gitmediğin düşünüyorum. Yani sen al oradan buraya atlayan, sağa sola küfürler savuran ve ne olursa olsun hayatta kalmak için kılı kırk yaran bir karakteri, getir böyle bir filme koy.

Sonra bu filmi izlememde büyük emeği geçen (lafa bak) Zooey Deschanel’ın da harcandığını düşünüyorum. Yani o da pek gitmemiş ama Wahlberg kadar alakasız durmuyor konuya en azından. Bu arada sırf Deschanel için bile ben bu filmi seve seve izlerim :) izledim de zaten.

Senaryo az çok insanların çevreye olan duyarsızlığından kaynaklanan çevresel bir bitki ayaklanmasını konu alıyor. Nasıl mı? Şöyle izah edeyim. Şimdi bir kere bitkiler faali olarak ayaklanmıyorlar. İçten içe sinsi kimyasallar salgılayarak (genellikle rüzgar formunda oluyor bunlar) insan ırkı üzerinde bir takım bozukluklara yok açıyorlar. Bu kısım çok önemli değil zaten, maksat felaket filmi olsun işte.

Ben harcanan emeğin farkındayım fakat bu filmin sırf film olsun diye yapılmış olabileceğini düşünmekten de kendimi alamıyorum. Hadi film yapalım denmiş de sonra bunu yapmışlar gibi geldi bana.

Bilim kurgu seviyorsanız, daha önceden Shyamalan filmleri izlemiş ve beğenmişseniz bu filmde zihninizin arşivlerinde yer alabilir diyorum. Aksi durumda pek tavsiye etmiyorum.

Ufak Notlar (spoiler içerir!):

-Şimdi öncelikle filmin jeneriğindeki bulut muhabbetini beğendiğimi söyleyeceğim. Yani bir olayı yok öyle oturup saatlerce çekim yapıp hızlı oynatmışlar ama müzikle beraber iyi uyum sağladığını ve ahenkli olduğunu düşünüyorum.

-Daha sonra açılış sahnesini takiben, bankta oturan kızlar arasında geçen olayı eleştireceğim. Yani öyle hava geliyor (rüzgar formunda :) ) herkes etkileniyor ama içlerinden birisi (hikayeyi bize anlatacak ya) maşallah turp gibi oluyor. Aynı olay filmin sonunda da var. Yine biri etkilenmiyor ama işin ilginç yanı onların başına gelecekleri görmüyoruz.

-Sonra saç tokası ile bir insan nasıl kendi boynunu 20 cm mesafeden delebilir? Bu ne kadar mümkün bir ölüm tekniğidir diye sorarım adama? Daha yaratıcı olalım lütfen.

-Jess (Ashlyn Sanchez) den bütün film boyunca tırstım desem yeridir :) kızda bir tuhaflık var içinden canavar falan çıkacak sandım ama olmadı. Konuyu bu küçük kız üzerinden çevirerek diğer karakterleri birbirine bağlama çabasının çok ucuz olduğunu düşünüyorum. Yani dikkat edin, o kız olmasa kimse gruplar halinde gezmez ve bitkilerin dikkatini çekmezdi sanırım :) (bağlayıcılığın bu kadarı)

- Joey (M. Night Shyamalan) her filminde olduğu gibi bu filminde de var olma ihtiyacı hissetmiş. Kendisini Joey’in telefondaki sesi olarak dinliyoruz.

- Mrs. Jones (Betty Buckley) un kısa sahneleri olmasına rağmen filme büyük katkı yapmış olduğunu gördüm. Özellikle film atmosferi üzerinde hakimiyetini kurmakta hiç vakit kaybetmiyor. Keşke kendisini daha çok izleyebilseydik diyorum.

-Yukarıda hepsinin duvarın dibine oturarak kaderlerini bekledikleri fotoğrafta, sağ tarafta görülen su borusu çıkıntısı iletişim amaçlıdır. Tabi  yersek. (gerçekten öyle dalga geçmiyorum, bir nevi telefon)

-Son olarak Nursery Owner (Frank Collison) u seviyorum  yok böyle bir tip ya. Adam doğuştan felaketi görmüş gibi bakıyor.

Wag the Dog (1997) – Savaşlar üretmek içindir!

wag_the_dog_ver3

Hollywood genel olarak ülke politikalarını ele almaktan geri durmaz, bunları nasıl eleştirel hale getireceğine de emin olamaz genellikle. Bazen çok başarılı örnekler çıksa da bazen doğrudan ya da olayı “o kadarı da gerçek olamaz” boyutuna taşıyanlar oluyor. Wag the Dog da güzel bir şekilde bazı olayların nasıl üretilmiş (produced) olduğunu göstermek ve televizyona inanan ABD halkını hicvetmek gayesi güdüyor. Fakat ipin ucunu kaçırarak gayesini ve mesajını vermekten uzaklaşıyor.

Wag the Dog seçimlerin arifesinde mevcut başkan koltuğunu korumak için çaba sarfederken genç bir kızla Beyaz Saray’da yaşadığı ilişki sonucunda cinsel taciz davasıyla yüzleşmek üzeredir. Seçimleri garantiye almak için de hükümet hakkında olumlu yazılar yazan, en geri çevrilemez durumların hakkından gelen bir uzman tutulur. Uzman bu olayın üstesinden gelmek için Balkanlarda hayali bir savaş başlatmanın seçimlere kadar oyalayıcı olabileceğini düşünür ve bir Hollywood yönetmeni ile savaşı üretmeye geçerler.

Filmin ilginç yanı, gerçeklerle örtüşebilme becerisi, Clinton’ın Monica Lewinsky skandalı patlamadan çekilmiş Wag the Dog. Clinton’ın o sırada Balkanlarda bir savaşı komuta ediyor olması da işi oldukça alengirleştiriyor. Sanki film önsezileriyle olacakları tahmin etmiş gibi duruyor. Tabi ki, filmdeki bir hayali savaş ile kamuyu uyutmak pek mümkün değil, Balkanlarda yaşananlar hala hatıralarda.

wagthedog1997hdripxvid-tlfcd102569320-37-15

Wag the Dog’un kadrosu da oldukça dolu, iki A sınıfı oyuncu Dustin Hoffman ve Robert De Niro filme ruhunu veriyorlar. Özellikle Dustin Hoffman’ın oynadığı karakter, Stanley Motss filmin en ilginç karakteri. İki oyuncu da film için ellerinden geleni yapıyorlar. Fakat senaryo ilk aşamada hızlı başlasa da sonrasında şakanın cılkını çıkarıyor ve gerçeklikten iyice kopuyor. Hayatımızda sürekli yaşanan gündemi değiştirip kimi şeylerin üstünü örtülmesi konusu iyice uçlara taşınarak inandırıcılığını yitiriyor. Bu ironi dozunun abartılması ile de film eleştirel bir yapıt olma özelliğini yitiriyor.

deniro

Film sırtını olabilirliğe dayayarak çok daha güvenilir bir politik film olabilecekken, ironinin gittikçe çocuksulaşması ile gerçekçiliğinden kaybederek sıkıcılaşmaya başlıyor ve basit dönüşlere umut bağlıyor. Öyle ki filmin başından beri başkanın seçimi kaybedeceğini asla düşünmüyorsunuz, ne olursa olsun üstesinden gelebileceklerini düşünüyorsunuz. Bu da sonuç olarak ilk baştaki sadece sahte savaş ile anlatılabilecek hikayenin fazladan öğelerle beslenmesiyle ve komikleştirilme çabalarıyla kaybettiğiniz vakti arttırma yolu seçilmesine sebep oluyor.

İzlenmesine gerek olmayan, fikir olarak yeterince güzel bir film. “Keşke daha düzgün bir gerçekleştirimle klasikleşebilseymiş.” düşüncesi izledikten sonra aklınızdan eksik olmayacaktır.

Strange Days (1995) – Kafana takmaya değer mi?

Juliette Lewis’ten Hardly Wait’i dinlemek için tıklayın.

414px-strangedays

Strange Days yakın geçmiş olan 2000′in arifesinde vuku buluyor. Her ne kadar 2000 yılı büyüsünü artık yitirmiş olsa da büyük bir ruhu kaybetip gitmişsek arkamızda, 90′lardan geri kalmış az nostaljik unsurdan biri bu film de. 2000′i geçtiğimizden beri anti-ütopya üretiminde de belli bir düşüş yaşandığı kesin, artık 2000 gibi bir ilham kaynağı olmaksızın yaratıcı olunamıyor herhalde. Şimdilerin modası “küresel ısınma”… Neyse biz konumuza 2000′in arifesinde geçen bu anti-ütopik filme dönelim.

Filmimiz milenyuma az bir süre kala kaotik Los Angeles’ta geçiyor. İnsanlar kafalarının üstüne taktıkları SQUID (mürekkep balığı anlamına geliyor Türkçe) adındaki kayıt cihazları ile hafızalarını minidisc tarzı depolama birimlerine kaydedebilmektedir. SQUID doğrudan beyindeki tüm hisleri kaydettiği için kayıtlar sadece görüntü değil, birer hatıra deneyimine dönüşmektedir. Yani izleyen, kaydeden ile aynı hisleri yaşayabilmektedir. Pornografik içerik ya da yabancıların “snuff” dedikleri birinin ölümünü ya da intiharını içermesi ve eğlence amaçlı satılması sebebiyle yasal değillerdir. Lenny Reno (Ralph Fiennes) da bu kayıtları el altından dağıtan en büyük satıcılardan biridir. Bu yola girmesindeki en büyük sebep de kendisini terkeden kızarkadaşı Faith’i (Juliette Lewis) hatırlayabildiği tek anın o kayıtlarda olmasıdır. Yani kendisi gibi ulaşamadıklarına ulaşmaya çalışanlara çare arayarak parasını kazanmaktadır. Tabi ki bu kayıtlardan biri istenmeyen sonuçlar doğurana kadar…

strangedays1995dvdripdivx3lm-vcdvaultwwwdivxplanetcom12091000-48-58

SQUID iş başında

Film fikrin üzerine değinmekte hiç eksik kalmıyor, SQUID gerçekten parlak bir fikir ve görüntüyü çekenin kim olduğunun bilinememesi de işi daha da heyecanlı yapan kısmı. Bu sayede filmde şaşırtmalar(twistler) havada uçuşuyor. Senaryoyu James Cameron’ın yazdığını düşününce şaşırmamak gerek, ne de olsa Terminatör’ü, Aliens’ı ve hatta Titanic’i yazan ya da sinemaya uyarlayan kişi. Fakat tam da o sırada elindeki tüm altınları çamura çevirmekte usta yönetmenimiz Kathryn Bigelow (bkz: K-19: The Widowmaker) geliyor. 42 milyon $’lık bütçesiyle film gişede ancak 9 milyon $’lık bir ciro yapabiliyor. Bunun en temel sebebi de filmin zorlama bir şekilde kendini pozitif ayrımcı ilan etmesi.

strangedays1995dvdripdivx3lm-vcdvaultwwwdivxplanetcom06434200-44-03

Juliette Lewis her zamanki gibi...

Film arkaplan oluşturmak için oldukça çaba sarfediyor ve bunun için zencilerin aşırı ayrımcılığa uğradığı ve sokaklarda polisle savaşın sıradan olduğu bir evren yaratıyor. Filmdeki karakter seçimleri de bu yönde, uğruna ölüp bitilen beyaz Faith değersiz bir kadınken, Lenny’nin kadim dostu Mace iyi dövüşen, mantıklı ve dostane bir zenci. Ayrıca daha sonra başına işler gelen çeteleri coşturmayı kendine amaç biçmiş zenci rapçi hayatınız boyunca görebileceğiniz en saçma karakterlerden biri. Tabi gişe gelirinin düşüklüğünü filmin 18 yaş sınırına da bağlamak mümkün çünkü tecavüz ve cinayet gibi olaylar filmde olabildiğince gerçekçi ve sert sunulmuş bu da çoğu seyirci için rahatsız edici bir durum.

Strange Days, iyi bir fikri baz alıp altına temel koymaya amaç gütmeyen bir bilimkurgu-aksiyon filmi. Senaryo temelleri ile uğraşmayacaksanız, şaşırtmacaları için izlenebilir. Ama unutulmamalı ki ortalıkta yüzlerce başarılı bilimkurgu var…

Death Race 3000 (2008) – Frankenstein Efsanesi Geri Dönebilecek mi?

1970 lerde çekilmiş b-movie kategorisindeki,araba yarışlarının Fallout’u diyebileceğim Death Race 2000 hayranları için bu 2008 yapımı bol bütçeli remake  Death Race 3000 tamamen hayal kırıklığı.Oysaki yapım aşamasında kadroda, araba ve aksiyonun yeni etiketi olan Jason Statham’ı görünce çok büyük heyecan yapmıştım.Gel gör ki ilk filmin aksine Jason’a rağmen, filmi gerek konusunun zayıflığı, gerek filmde kullanılan arabaların estetikten uzak metal yığını olması,bu büyük bütçeli yapımdan alacağınız zevki,ilk versiyonu bir b-movie olan  yapımın vereceği zevkin yarısına zor bela yaklaşıyor.

Death Race 2000′in gizemli kahramanı Frankenstein,bu filmde bizimle sadece maskesiyle ve namıyla birlikte oluyor ki tahminimce ilk filmin fanlarının eleştirilerinden uzak kalmak için böyle birşey yaptıklarını düşünüyorum.Zaten bu filmin saçma konusuna politik kişilikteki Frankenstein’i sıkıştırmak hiç yakışmazdı.Yarışcıların birbirleriyle olan etkileşimi minimum düzeyde tutulması,daha çok aksiyon sahnesini getirse de filmin ruhunu alıp götürüyor.

Günümüzde “internetten canlı vahşet” filmleri gitgide artıyor ve bu filmin temasıda bunun üstüne kurulu.Film 2012 yılında geçiyor.Ekonominin çökmesiyle, hem bir yarışçı hem de fabrika işçisi olan Jensen rolündeki Jason çalıştığı işten çıkarılıyor.Fakat “internetten canlı vahşet”in sahiplerinin, Jensen’a özel bir planları vardır.Bir komployla hapse düşen Jensen’ın kurtuluşu hapisane müdiresi rolündeki Joan Allen’ın ellerindedir.Müdire, yetenekli sürücü Jensenin yarışlara katılmasını ve Frankenstein’ın ruhunu reyting namına sürdürmesini ister.Fazla seçeneği olmayan Jensen’e geride bıraktığı kızına dönme şansı doğmuştur.

Film ilerledikçe atmosfer yarı Carmeggedon yarı Fast and Furious havasına bürünüyor.Hapishane içindeki yapılan yarışlardaki kıyım,saf aksiyonu daha önce Resident Evili yönetmiş Paul W.S. Anderson’un “soluk renk çekimi” yorumuyla kanımızda hissettirmeye başlıyor.Death Race 2000 in aksine ana rollerdeki yarışcıların dışındaki diğer yarışçıları süpürmek için baştan savma bir ölüm makinası yaratılıyor ve “pacman” vari diğer yarışcılar filmden elemine ediliyor.Final yarışında artık sadece Jensen ve zenci yarışçımız kalıyor.Bu iki yarışcının verdikleri radikal bir kararla yarış sona eriyor.

İlk filmin aksine arabalardaki “ruh” yerine “beygir gücü” gelmiş.


Hiphop rüzgarıyla biten film,”hah sıçmışınız bari bir de sıvayın” dedirtiyor.Filmi izleyeceklere tavsiyem,kesinlikle önce Sylvester Stallone’un ilk filmlerinden biri olan Death Race 2000′i izlemeleri.Lakin diğer tarafta insanlar bu filmi sevmiş.(tahminimce ilk filmi izlemeyenler)Eğer sizlerden de varsa yorumlarınızı eksik etmeyin.


The Curious Case of Benjamin Button (2008) – Hayatı tersinden yaşamak…

The Curious Case of Benjamin ButtonFilmimiz hastanede gözlerini açan bir anne ile başlar… Kızı Caroline hemen başındadır. Aralarında geçen diyalogdan da anlayacağımız üzere artık yapacak birşey kalmamıştır. Durum çoktan kabullenilmiştir. Ölüm yakındır… Anne son anlarında kızına bir hikaye anlatmaya başlar. Hikaye ters çalışan bir saatin hikayesidir. Tersine akan bir hayatın, hayata yaşlı doğan bir bebeğin hikayesidir.Garip bir rahatsızlıktan dolayı yaşlı doğan bir bebek, aynı gün içinde annesiz ve babasız kalıyor. Bir huzurevinde siyahi bir çift tarafından büyütülüyor(!) Bu yaşlı görünen ama genç adam hayatı huzurevindeki zamanını doldurmuş insanlardan öğreniyor. Tabii herkes gibi onunda hayatına başlayacağı zaman geliyor. Annenin kızına anlattığı bu hikaye filmimizi oluşturuyor. Ve filmimiz yine başladığı yerde bitiyor yani hastanede…

Filmin kadrosu güçlü diyebiliriz. Benjamin Button rolünde Brad Pitt, “the most beatiful gal” Daisy rolünde Cate Blanchett var. Kesinlikle söylemeliyim rollerinin hakkını vermişler. Filmimiz 1918-2005 (Katrina Kasırgası) arasındaki tarihte Benjamin Button adlı karakterimizin hayatını işliyor. Hiç düşünmeden 2008′in en anlamlı Hollywood yapımı diyebilirim. David Fincher Brad Pitt ikilisi yine güzel bir film çıkarmışlar. 159 dk süren filmimiz uzun ama izlerken insanı sıkmıyor. Filmle ilgili yapabileceğim eleştirilerden biri hikayenın tarihle çok içli dışlı olmaması, sadece 2. Dünya Savaşına biraz sürtünüyor geri kalan kısmında tarihe girmekten kaçınmışlar. Ama bunu anlayabiliyorum film zaten bu haliyle bile oldukça uzun. 70 yaşında görünüp bir huzurevinde yaşamanın travması güzel bir şekilde işlenmiş. Aslında bir çocuk olduğunu bilmeyen yaşlı adam… Karşı cinsle yaşadığı yakınlaşmalar, çevresindeki insanların gün geçtikçe solması, kendisinin ise tam tersi şekilde olması hikayemizin eşsiz kısımlarından. Bu eşsiz hikaye çok güzel bir aşkı anlatarak devam etmiş ki burda tekrar tekrar hem yönetmeni hem senaristi tebrik etmek gerekiyor. Bence çok orjinal ve ilginç bir fikir.

2

Film de benim gerçekten hoşuma giden ve bahsetmeden edemeyeceğim şey makyaj olmuş. Brad Pitt amcamızı hem 80 yaşında hem de 20 lerinde görüyoruz. Aynı şekilde Cate Blanchett i de 17 yaşından 80 lerine kadar başarıyla yaşlandırmış ve gençleştirmişler… Süre açısından ağır bir film olsa da filmi izlerken zaman duyumu yitirdim. Film genellikle duygusal yoğunlaşmalar yaşamanıza sebep oluyor. Hikayemiz fantastik öğeler taşıdığından film olarak bazılarımızın hoşuna gitmeyebilir. Ama sinema açısından baktığımda, fikir güzel bir şekilde işlenmiş. Karakterin hayatı ve yaşadığı travmaları ortaya açık bir şekilde sermiş.

4

Son olarak şunu diyebilirim ki bence filmin hakkı verilmiş. Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Notum 8/10

Filmle ilgili spoiler içerir. İzlememiş olanların okuması tavsiye edilmez…

- Filmi izlerken düşünmeden edemedim. Benjamin filmimizde Fransa, Rusya, Hindistan gibi ülkelere gidiyor. Bu ülkelere nasıl giriş çıkış yaptığı aklıma takıldı. Filmi izlerken bunu güzel bir şekilde yedirdiklerini fark ettim. Sonuçta bu adam 60 yaşında görünürken pasaportunda 20 yazması gerekiyor.

Body of Lies (2008) – Ridley Scott’ın dünden kalma yemeği

body-of-lies-poster

Film aslında vasat baştan belirteyim. Yönetmen benim en saygı duyduğum yönetmenlerden biridir ama Ridley Scott bile bu sıradan senaryoyu kurtarmaya yetmemiş. Ha, bir iki tane dahiyane kamera hareketi kurgu numarası yok değil ama ne biliyim benim dişimin kovuğuna bile yetmedi. Filmimiz son dönemlerde Holywood tarafından sıkça başvurulan bir trickle başlıyor. Nedir o diye soracak olursanız, seyirciyi tavlamak için filmin giriş skansına devasa bir patlama sahnesi koymak derim ben size. Londra’ da çok büyük bir terör eylemi yapmayı planlayan yeni peydah olmuş bir radikal dinci terör örgütününün hücre evine baskın yapılır, teröristler son anda baskını farkeder ve kendilerini havaya uçururlar. Burada çok açıdan oldukça devasa bir patlama sahnesi ile ilk şokumuzu (bence ayrıca son) yaşarız. Bu örgüt dünyanın çeşitli bölgelerinde ve yoğun olarak Amerikada sivil hedeflere yönelik bombalı saldırılar düzenlemeyi planlamaktadır. Filmimizin esas oğlanı Roger Ferris (Leonardo Kaporta) orta doğuda görev yapmakta olan bir CIA ajanıdır. Bu kardeşimiz istihbarat toplamak için kendisini maceradan maceraya, tehlikeden tehlikeye atmaktan çekinmeyen gözü kara bir karaktere sahiptir. Roger, ortadoğunun çöl kumu rengi ağırlığında renk tonlarında operasyondan operasyona koşuşturuken kendisine telefon vasıtası ile teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak, uydudan sürekli izleyerek direktifler yağdıran Ed Hoffman’a(Resul Kıro) sürekli içinden sövmektedir. Bu ikili filmin başından sonuna kadar birbirileriyle sürekli zıtlaşarak iki kocaman adama yakışmayacak hareket ve tavırlarda bulunarak genç izleyiciye kötü örnek teşkil edeceklerdir.

Filmimizin en güzel kısmı olan ilk yirmi dakikası içerisinde çok iyi kotarılmış bolca patlama ve çatışma sahnesi izleyeceğiz. Bu süre içerisinde gözüpek ajanımız tüm o macera dolu kovalamacalar, patlamalar, vızır vızır etrafta uçuşan mermiler arasından işe yarayacak bazı bilgiler ele geçirip CIA’in yönetim kadrosuna rüştünü ispatlayacak karşılığında Ürdün de Amerikan istihbarat şubesinin başına getirilecektir. Bu bölgede ekmek aslanın ağzındadır ama bilgi aslan tarafından çoktan öğütülmüştür, genç ajanımızın işi zordur. Tam bu noktada film tıkanma ve sıradan bir casus filmi olma yolunda emin adımlarla ilerlerken bence filmin kurtarıcı unsuru olan Hani Amokachi (Mark Strong) devreye girer. Bu arada adamın soyadı tam olarak amokachi diil ben atıyorum ama buna yakın bişey hatırlayamadım şimdi. Hani, Ürdün istihbarat şubesinin başındaki tek yetkilidir ve çok kral bi adamdır. Son zamanlarda bu kadar güzel yazılmış, güzel oynanmış bir karaktere rastlamak çok zor onu da belirtmek isterim. Hani abimizin karizması falan çok sağlamdır ama bir kusuru vardır. Yılandan korkmaz yalandan korktuğu kadar. Roger kendisini ziyaret edip bin bir türlü takla atarak (adama paşam demeye kadar varır bu yalakalık) kendisinden yardım ister. Hani’nin tek bir şartı vardır yardım etmek için o da; “Bana asla yalan söylemeyeceksin” dir. Bu basit gibi görünen küçük rica ilerleyen dakikalarda oldukça gerginlik yaratacaktır.

body-of-lies-leo

Ürdün ve ABD ortaklaşa bir operasyonla teröristleri yakalama uğraşısı içerisindeyken, Ed taa Ebesinin am…. öhöm pardon… Amerikasından yan bir operasyon düzenler. Bu yan operasyonla bizim elemanların operasyon çakışınca bir çuval incir berbat olur fakat bu olayın en kötü sonucu Hani’nin Roger’a olan güveninin sarsılmasıdır. Aslında Roger’ın bu operasyondan haberi yoktur fakat gel de bunu Hani’ye anlat. Hani kız kardeşini bile emanet edecek seviyeye gelmişken bu olay vuku bulunca Rogar’a çok sert bir uyarı ile ülkeyi terk etmesini söyler. Bütün bu olaylar olurken Roger yaşadığı bir aksiyon sonucunda aldığı yara berelere pansuman yaptırmak için gittiği hastanedeki hemşireye abayı yakar. Kıza çeşitli teknikler uygulayarak yazılır fakat kız ilk başlarda yüz vermez. Kız Roger’ı titanikteki kıza arkadan fortlayan oğlana çok benzetir ve bu cazibe karşısında yelkenleri suya indirir. Filmde politika, Irak olayları, casusluk, aksiyon derken birde aşk peydahlanır. Fakat bu aşk ileriki dakikalarda filmin finaline etki edecek bir dizi olaylar zincirinin ilk halkasıdır. Roger yediği posta ve bir dolu zılgıttan sonra çaresiz Amerika’ya döner. Burada Ed Hoffman ile olayı tartışırken aklına çok piç bi plan gelir. Plan şudur; Bir türlü ulaşamadıkları terör örgütünü sürekli kovalamaktansa örgütün kendilerine gelmesini sağlayacaklardır. Nasıl olacak peki bu? Bizim akıllılar sahte bir terör örgütü kurup, sahte eylemler yapacaklar ve dikkatleri üzerlrine çekecekler ve peşinde oldukları adamların kendileriyle kontağa geçmesini bekleyeceklerdir. Çok geçmeden planı uygulamaya sokarlar, ilk adım olarak adı terör listesinde bulunan iki farklı örgütten iki iş adamını çeşitli fırldaklıklarla bir araya getirip aynı karede fotoğraflarlar daha sonra Adana İncirlik Amerikan hava üstünde sahte bir patlama düzenlerler. Bu patlamada birsürü Amerikalıyı ölmüş gibi gösterip tüm dünya basınının dikkatin, çekerler. Eylemi bu iki iş adamı yapmış gibi gösterip teröristlerin adamlarla irtibata geçmesini beklerler. Teröristler zokayı yutarlar ve irtibata geçerler fakat plan tam çözülecekken Roger ve Ed arasındaki saçma sürtüşme yüzünden suya düşer. Roger’ın kimliği de açığa çıkmıştır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de hatun kaçırılır. Roger bu olaylar karşısında dötünden solumaktadır. Küçükken çok Cüneyt Arkın film seyretmiş olmann etkisiyle Malkoçoğlu gibi olaylara balıklama dalar. Yardım etmesi için Hani abisine gider ama olumsuz yanıt alır. Kader ağlarını örer ve bizim oğlan teröristler tarafından çok zeki bir hamleyle kaçırılır. Buradan sonrasını yazmayacağım çünki az da olsa izlemek isteyenler için heyecenını kaçırmak istemiyorum. Ama dayanamıyacağım söyliyecem… kız ölüyor…. şaka şaka ölmüyor..ama ölüyo da olabilir… merak eden izlesin… zaten çok fazla bi olay olmuyo ondan sonra…

Şimdi gelelim bu filmi seyretmelimiyiz? yoksa seyretmemelimiyiz? sorularının cevaplarını aramaya. Bir kere şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki film casusluk filmi türüne hiçbir yenilik getirmiyor. Yönetmen Ridley Scott’ın filmografisinin en zayıf filmi. Hani karakterini oynayan Mark Strong hariç oyunculuklarda hiç bir nane yok. Esas kız güzel değil, bu arada bir dip not Ayşe demişken, Ayşe karakterini oynayan İranlı aktrist kızcağız Golshifteh Farahani’nin filmde saçı açık göründüğü için ülkesine girişi yasaklanmış, aforoz edilmiş yazık. Kısacası bu filme gitmek için tek bir neden sayabilirim o da; eğer akşam son matineye gidip de o saatte bunun haricinde gidilebilecek Muro’dan başka film olmamasıdır.
Son olarak buradan tüm Ridley Scott hayranlarına bir çağrıda bulunmak istiyorum. Haydi arkadaşkar kraliçeyi mail yağmuruna tutup Ridley abi’nin Sör ünvanının alınmasını talep edelim, belki ünvanını geri alabilmek için iyi bir film çeker.

Eagle Eye (2008) – Spielberg’in Büyük Birader’i

Orwell’in 1949 yılında 1984 romanını yazmasından beri hayatımız içinde gittikçe daha da fazla hissettiğimiz bir kavram Büyük Birader. Peki nedir Büyük Birader, toplumu gözaltında tutmak amaçlı iktidar tarafından geliştirilmiş bir karakter bir kavram. Günümüzde bu kavram, Anayurt Güvenliği adıyla ABD tarafından 11 Eylül saldırıları ardından hala bilim kurgu kaçan yanlarına rağmen kısmen gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Ne kadar teknoloji ile iç içe geçersek o kadar ayak izi bırakıyoruz ardımızda, kullanıcı dostu gibi görünen özellikler kötüye kullanılmaya yatkınlıkları ile paranoyamıza katkı sağlıyor günbegün. Bu konu da her gün güncelliğini korumakta.

Fakat Spielberg’in filmi konunun ne kadar çok işlendiğine ve her bir filmde politik ve sosyal açıdan nasıl bir derinliğe inildiğine bakmaksızın yeni bir Büyük Birader filmine ihtiyacımız olduğu düşüncesine dalmış. Sorun şu ki bu filmin diğerlerinden artıları sadece yeni görsel efektlerin kullanımı ve hükümet politikalarını eleştirmeden kısaca suya sabuna dokunmadan film çekmenin ne kadar gönül rahatlığı ile yapılabildiğine tanık olmak.

Film Afganistan’da aranan bir suçlunun %51 ihtimalle tanınmış olmasına rağmen öldürülmesi ile başlıyor. Aslen şüpheli de sanıldığı gibi suçlu değil ve bir cenaze töreni bombalanmış oluyor. Bunun ardından intikam almak için terörist saldırılar gerçekleştiriliyor ABD ile ilişkili her birime, bunlar ise artık alışıldıkmış gibi üstüne basılmaksızın arkaplanda açık bir radyodan ya da televizyondan haberler şeklinde izleyicinin bilinçaltına işleniyor. Yani bu terörist saldırılara nasıl tüm dünya alıştırılmış ise aynen onun gibi tek suçlu teröristlermiş düzen değilmiş gibi sunulması da filmin dipnotlarından. Sonra bir bakıyoruz dünün fotokopicisi Harvard’dan mezun olma şansını tepen Amerikan vatandaşı bir anda kahramanımız oluveriyor, sonunda elinde bir madalya ve babasının duyduğu gurur ile muhafazakar Amerikan vatandaşlarına özel biçilmiş sonda arzı endam eyliyor.

Filmin başarılı bir aksiyon filmi olduğunu yadsımak hatalı olur ama önceki örneklerinden artıları ve eksilerine göre değerlendirildiğinde Spielberg’in gene her zamanki gibi muhafazakar ABD vatandaşını hedefine koyup suya sabuna dokunmadığı bir -her ne kadar sıfatları çelişkili olsa da- apolitik gözetleme paranoyası filmi çektiğini söyleyebiliriz. Aksiyon filmi izlemek isteyenlere tavsiye edilebilecek bu filmde Hollywood’un büyüsüne kapılmamaları ve altmetinlere dikkat etmeleri de öğüdümdür.